• Okuma süresi:9 Dakika Okuma Süresi
  • Yorumları yayınlayın:0 Yorum

ENKAZDA AÇAN SEVGİ ÇİÇEKLERİ

Asım Bey, her zamanki kendinden emin tavrıyla karşımdaki koltuğa oturdu. Geniş balkonunda hafif bir rüzgâr esiyor, masa üzerindeki dantelli örtüyü arada bir dalgalandırıyordu. İnce belli zarif nakışlı fincanlardan kahvelerimizi yudumlarken, aşağıdan da bu mahallenin çocuklarının sesleri geliyordu.
“Hocam,” dedi Asım Bey, dudaklarının kenarına kibirli bir tebessüm yerleştirerek, “buralar eskisi gibi değil artık. Bak, şu gördüğün sokakta her evde bir araba var. İnsan isterse başarır.”
Ben sustum. Oysa aklım, sokağın diğer ucunda, ayakkabısı yırtık halde okula giden yetim Hasan’da, annesinin artan ekmek dilimlerini saklayan Emine kızımızdaydı. Kahvemin sütünü ve şekerini karıştırırken, Asım Bey’in bakışlarının benden çok, aşağıdan geçenlere yöneldiğini fark ettim. Sanki her geçen, onun servetinin bir parçasına bakmak zorundaymış gibi hissediyordu.
“Bizim oralarda,” dedim nazikçe, “başarı sadece zengin olmakla ölçülmez, Asım Bey. Paylaşmak da bir başarıdır. Hele ki bu zamanda.”
Bir an sessizlik oldu. O, fincanını yavaşça masaya bıraktı.
“Paylaşmak mı dediniz?” diye sordu, kaşlarını kaldırarak. “Hocam, herkes kendi derdine düşmüş. Parası olmayan kim olursa olsun; çalışmalı ve kazanmalı.”
Bu sözler, içime bir taş gibi oturdu. Gözlerimi önümdeki saksıya diktim. O an, yoldan geçen küçük bir kız çocuğu başını kaldırıp balkona baktı. Elinde ekmek torbası vardı, gülümsedi. O gülüşte, bütün yoksulluğa rağmen hâlâ diri duran gözlerinden umut ışıkları parlıyordu.
Asım Bey o gülüşü görmedi. Görmek istemedi belki de.
Kahvemi sessizce içtim, teşekkür edip kalktım. Arkamdan lüks evin kapısı kapanırken, içimde bir uğultu vardı — sanki o kapıyla birlikte insanlık kapısı biraz daha kapanmıştı.
Sokağa çıktığımda, yoksul ailelerin çocukları okuldan dönüyordu. Kim bilir bu çocukların hangisinin çantası deftersiz, hangisinin ise kalemsizdi… ama hepsi gülüyordu. O gülüşler, Asım Bey’in balkonundaki zenginliğin gölgesinde bile ışıl ışıldı.
Bizim mahalle, orta direk denilen, hali vakti yerinde insanların yaşadığı bir semtti. Ne çok zengindi ne de viranelerle doluydu. Evlerin çoğu düzgün, bahçelerinde bir dut ya da incir ağacı vardı. Mahallede bakkal

Mehmet, terzi Fikriye, emekli postacı İhsan Bey… herkes birbirini tanır, selam vermeden geçmezdi.
Ama yine de hayat herkese aynı ölçüde gülmüyordu. Orta çizginin altına düşenler, enflasyonun ateşiyle yavaş yavaş yoksulluğun içine çekiliyordu. Bazı akşamlar çöp tenekelerini karıştıranları görüyordum, bazı sabahlar da okul yolunda çocukların yırtık, delik eski püskü ayakkabılarla yürüdüklerini yüreğim sızlayarak izliyordum.
Burada, hiçbirimiz çöplerde ekmek arayan o birkaç kişiyi unutmamaya çalışırdık. En çok da yoksul çocukları enflasyon yüzünden yoksulluk sınırından aşağıya düşüyordu. Bu yüzden mahallemiz, durumu farklı olanların iç içe yaşadığı, ama aralarındaki görünmez duvarların gün geçtikçe kalınlaştığı bir yer haline geliyordu.
Ben emekli bir öğretmendim. Yıllarımı çocukların gözlerindeki ışığı korumaya adamıştım. Emeklilikle birlikte huzura ereceğimi sanmıştım ama tam tersi oldu. Gözlerim sokaklarda yoksul çocuklara takılırdı, ardından da kalemsiz deftersiz yoksul yavruları görünce her seferinde bir yerim cız ederdi.
Emekli bir öğretmen olarak, birkaç esnaf ve eski velimin yardımıyla küçük bir öğrenci destek grubu kurmuştuk. Sabah kahvaltısı, defter, kalem… Ne bulursak paylaşıyorduk. Kimileri dedikodu çıkarıyor, kimileri “boşuna uğraşıyorsun” diyordu ama ben vicdanımın sesini dinliyordum.
Bu yüzden, kendi çapımda sözüm geçen altın kalpli dostlarla “öğrencilere yardım grubu” oluşturdum. Küçük, mütevazı, ama yürekten bir çabaydı bu.
Bakkal Mehmet Efendi, bayatlamış simitleri ayırır; “Hocam, bunlar çocuklara gitsin,” derdi. Terzi Fikriye Hanım, artık kumaşlardan kalemlik diker, üzerine öğrencilerin isimlerini işlerdi.
Her sabah birkaç çocuğa kahvaltı, birkaçına defter, birine bot… elimizden ne gelirse.
Ama her iyiliğin de bir bedeli vardı. Bazı insanlar hakkımda dedikodu çıkarıyor, “para topluyor, özel zevkleri için harcıyor,” diyordu. Oysa ben yalnızca vicdanıma danışıp hizmete devam ediyordum. Yoksullarla ekmeğini, lokmasını paylaşmanın en güzel dua olduğunu öğrenmiştim büyüklerimden.
Bir gün, mahallemizin en zenginlerinden Asım Bey, yine beni evine davet etti.

İki çocuğunun da kendi arabaları, hanımının ise bir hizmetçi ordusu vardı. Evlerinin balkonundan bütün mahalle görünürdü; o da o balkondan, sanki bir tahtın üzerinden insanlara bakardı.
O gün balkonda mükellef bir sofra kurulmuştu. Kuş sütünden gayrisi vardı.
Ben, yoldan geçenleri görebileceğim bir yere oturdum; çünkü aşağıdaki hayatı seyretmek, bazen yukarıdakilerin laflarından daha öğreticiydi.
Asım Bey, kahvesini yudumlarken, bana sanki bir iş konuşur gibi sordu: “Hocam, siz hâlâ şu yardım işlerine devam ediyor musunuz?”
“Evet,” dedim, “birkaç öğrencimize sabah kahvaltısı, defter, kalem… Ne bulursak paylaşmaya çalışıyoruz.”
Bir süre sustu. Sonra yüzünde küçümseyici bir tebessüm belirdi:
“Azizim, paraları yoksa çocuk yapmasınlar. Hem yedi sekiz çocuk doğuruyorlar, sonra da açız diye ağlıyorlar!”
O an içimde bir şey koptu.
Sözleri soğuktu, ama o soğukluk yalnızca dilinde değil, kalbindeydi. Ben sustum. Kahvemi içtim, boğazıma düğümlendi yudumlarım.
Sonra bir bahane bulup kalktım. Balkonun mermer zemininde ayak sesim yankılanırken, içimden geçirdim: İnsanı zengin yapan, parası değil, yüreğidir.
Yardım grubumuz yine yoluna devam etti. Kermesler (hayır çarşıları) düzenledik, çocuklara montlar aldık, bazen bir lokma ekmeği bölüştük.
Mahallemizde bir dayanışma havası vardı; bu arada az ile yetinip çokça paylaşmayı öğrendik.
Güneşli günler yavaş yavaş yerini sararan yapraklara bıraktı, rüzgâr dalları titretti. Sonra o meşum kış geldi çattı, karanlık, sert, ölüm gibi bir kış. Soğuk bir kış sabahı, henüz güneş doğmadan, yer yerinden oynadı.
Müthiş bir sarsıntı, uğultulu bir ses… Karanlık, korku, toz, çığlık… O an hayat ikiye ayrıldı: “önce” ve “sonra.” Binlerce insan öldü, binlercesi kayboldu. Mahallemizdeki evlerin bir çoğu yerle bir olmuş. Camiler, okullar, kütüphaneler… hatta Asım Bey’in o gösterişli sekiz katlı binası bile artık bir beton enkazı yığını haline gelmişti.

Bizim yardım grubunun başkanı Turan Bey’in küçük iki katlı eski evi ayakta kalmıştı. Bahçesine üç çadır kurduk. Sağ kalanlar orada toplandık.
Yardımlar gelmeye başladı, ama acının büyüklüğü hiçbir pakete sığmıyordu.
Her gece ateşin başında toplanırdık. Kırık tahta parçalarından ısıtıcılar yapar, saçın üzerinde çörek pişirirdik. Herkesin yüzünde aynı ifade vardı: hayatta kalmanın hem sevinci, hem utancı.
Asım bey, çok az konuşuyor, sürekli bir noktaya dalıp gidiyordu. İki çocuğundan biri hâlâ enkaz altındaydı. Günler sonra cansız bedeni çıkarıldığında, Asım Bey’in gözlerinden yaşlar değil, sanki bütün gururu akıyordu.
Bir zamanlar balkonundan kahve içerken aşağıya kibirle baktığı insanlar, şimdi onun yaralı karısına çorba, battaniye ve dua taşıyordu. Komşular, “Allah kimseyi imtihansız bırakmasın” diyerek ellerinden geleni yapıyordu.
Ben de yardım çadırındaki öğrencilerimle birlikte Asım Bey’e uğradım. O, bir köşede oturmuş, elinde kızının yırtık bir fularını tutuyordu. Gözleri donuktu. Ne o görkemli evinden ne arabalarından eser kalmıştı.
“Geçmiş olsun Asım Bey,” dedim sessizce. Başını kaldırdı, bir an bana baktı. Sonra dudakları titreyerek şu kelimeleri fısıldadı:
“Hocam, o gün… bana kırılmıştınız, değil mi? Haklıydınız. Ben paranın, duvarların, markaların arasında yaşadığımı sanırken; ama insan olmayı unutmuşum, şimdi anladım.”
O an kelimeler boğazıma düğümlendi. Yanımdaki küçük öğrencilerden biri, getirdiğimiz çorba kasesini önüne koydu. Asım Bey, elleri titreyerek kâseyi aldı, başını eğdi ve uzun süre bir şey demedi.
Bir süre sonra mahallemiz yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Evlerin enkazları günden güne temizlenip, ileride yeniden yapılması için hazırlıklar yapılırken, bazıları başka yerlere göç etti, bazıları kalmayı seçti. Ama o deprem, sadece duvarları değil, kalplerdeki mesafeleri de yıkmıştı.
Asım Bey, enkazın altından kurtarılan o büyük servetinden geriye kalanlarla yeni bir hayat kuramadı henüz. Onun yerine, bizim küçük yardım grubuna katıldı. Her sabah erkenden gelip çocuklara kahvaltı hazırlıyor, defterleri kendi elleriyle paketliyordu. Bir gün, eski günleri hatırlatarak bana şöyle dedi:

“Hocam, ben o gün balkonda senin yanına kahve değil, aslında kibir koymuşum. Şimdi o kahvenin acısını kalbimde hissediyorum. Ama iyi ki hâlâ bu mahallenin bir parçasıyım.”
Ben gülümsedim.
“Hayat, Asım Bey,” dedim, “bir sınav kağıdıdır. Kimi servetle, kimi yoksullukla, kimi de bir sarsıntıyla sınanır. Önemli olan, kâğıdı yırtmadan, dersini alabilmektir.”
Gökyüzü o gün kül rengindeydi. Sanki karların arasından bir çocuk kahkahası duyuldu. Hayat, bir kez daha yeniden başlamıştı.
Günler birbirine benzemeye başlamıştı. Yıkıntılar arasında umut ararken, bazen bir çocuğun gülüşü, bazen bir tencere çorbanın buharı hayata dair işaret veriyordu. Soğukla savaşan ellerin, sessizce dua eden dudakların arasında yeni bir dil doğmuştu: paylaşmanın dili.
Asım Bey, her sabah erkenden uyanıyor, yardım çadırında çocukların defterlerini sayıyor, battaniyeleri düzenliyordu. Bir zamanlar gösterişli evinin balkonundan aşağıya küçümseyerek bakıp seyreden o adam, şimdi aynı sokakta, çamurlu çizmeleriyle çocukların arasında gülüyordu.
Bir akşam, ateşin etrafında toplandığımızda Turan Bey elindeki çayı uzattı:
“Çok şükür, hocam,” dedi, “insanlığımızı henüz kaybetmedik.” O an çevreme baktım.
Yıkılmış duvarların, devrilmiş sütunların ortasında; çadırların arasında sessizce büyüyen bir kardeşlik vardı. Küller içinde filizlenen bir hayat…
Asım Bey’in eşi, artık tekerlekli sandalyede olmasına rağmen, çadırdaki kadınlara dikiş dikmeyi öğretiyor, çocuklara masallar anlatıyordu.
Bu doğal afet, yıkım, herkesi birbirine sevgiyle sarılmasına ve yaklaşmasına vesile olmuştu.
Bir gece, dışarıda tipi dinmiş, gökyüzünde yıldızlar göz kırpıyordu. Asım Bey yanıma geldi.
“Elimde kalan tek şey,” dedi, “vicdanım ve sizlerin dostluğu. Meğer en büyük servet buymuş.”
Ben sustum. Çünkü bazen sessizlik, şükrün en derin hâlidir. Uzaktan çocukların kahkahası duyuluyordu.

Depremin ardından aylar geçti. Hayat yavaş yavaş yeniden filizlenmeye başladı. Yıkıntıların ortasında bile hayat, kendine yer buluyordu ve hayat devam ediyordu. Küller arasında insanlık yeniden doğmuştu.
Bizler, birbirimize yaslanarak, yeniden başlamanın ne demek olduğunu öğrenmiştik.
Bir akşam, rüzgârın uğultusu arasında çadırımıza Asım Bey geldi. Üstünde kir, pas, toz karışımı bir mont, yüzünde aylarca sürecek bir yorgunluk vardı. Elinde bir tencereyle yaklaştı.
“Hocam,” dedi, sesi kısık ama yumuşak, “biraz çorba kaynattık. Çocuklara götüreyim mi?”
Bir an sustum. O gururlu, burnu havada Asım Bey gitmişti; karşımda bambaşka biri duruyordu. Elindeki tencere bu kez altın değil, gerçekten emek kokuyordu.
“Buyurun Asım Bey,” dedim, “gelin beraber dağıtalım.”
O gece, enkazın altından kurtardığımız yaşlı teyzelere, üşüyen çocuklara o çorbayı birlikte taşıdık. Her bir kepçede hem pişmanlık hem umut vardı.
Bir ara, Asım Bey ellerini ateşe doğru uzatıp mırıldandı:
“Hocam, o gün balkonda size söylediklerim… Affedin beni. İnsan, her şeyi kaybedince görüyor neyin değerli olduğunu. O yedi sekiz çocuk var ya… onlar bizim gelecek garantimizmiş.”
Başımı eğdim. İçimde bir sıcaklık yayıldı. Bu sıcaklık, belki de ateşin alevinden değil, insan kalbinin yeniden sevgiyle, kardeşlik ile ısınmasıydı.
O günden sonra Asım Bey bizim yardım grubunun bir çok çalışkan ve üretken bir üyesi oldu. Her sabah erkenden kalkar, dağıtılacak ekmekleri sıralar, çocuklara gülümserdi.
O kış, enkazların ortasında yeni bir mahalle doğdu, taşlardan değil, insanlardan örülmüş bir mahalleydi bu. Artık mahallemiz, taşlardan değil; yüreklerden kuruluydu.
Bir zamanlar lüks içinde yaşayan o aile, şimdi insanlar içinde yaşıyor ve insanlığa hizmet için adeta yarışıyordu.
Bir akşam, ateşin başında sessizce otururken Asım Bey, ellerini ısıtarak şöyle dedi:
“Hocam, o binanın altında aslında benim kibirim kaldı.”

Ben başımı eğdim, gülümsedim:
“Bazı yıkımlar, yeniden inşa olmak içindir, Asım Bey.”
Gökyüzünde kar taneleri usulca düşüyordu. Çocukların gülüşleri ateşin çıtırtısına karışıyordu. Yıkıntılar arasında yeniden yeşeren bir umut vardı.
O gün anladım ki, insanın evi yıkılabilir, ama kalbi yıkılmazsa, her şey yeniden kurulabilir. Küller arasında bile insanlık filiz verebilir.
Yoksulluğun yüzü mevsimlerle değişmiyordu. Güneşli günlerde bile kimi çocukların ayakkabısının tabanı delikti; kimi, okul çantasının içine koyacak bir defter bulamazdı. Bizim yardım grubumuz, bir avuç iyi niyetli insanın vicdanıyla ayakta duruyordu.
Bazı akşamlar evimin penceresinden sokağa bakarken, kendi kendime düşünürdüm: İnsanların kalpleri de evleri gibi; kimi gösterişli ama boş, kimi yoksul ama sıcacık.
O kış gecelerinin, sessizliğinde bile bir ağırlık vardı. Herkes kendi yıkıntısının önünde donup kalmış gibiydi. Geceleri ateşin başında otururken kimi ağlıyor, kimi dua ediyor, kimi de sessizce gökyüzüne bakıyordu. Gökyüzü artık yıldız dolu değildi; sanki yeryüzündeki karanlığa ortak olmuştu.
Biz yine de yolumuzdan dönmedik. Okul Aile Birliği toplantılarında kimi zaman kendi aramızda para topladık, kimi zaman küçük hayır çarşıcığı düzenledik. O hayır çarşılarında (kermeslerde) çocuklar elleriyle kurabiye yapar, anneleri tezgâh başında gururla dururdu. İnsan, paylaştıkça mutlu ve huzurlu olarak çoğalıyordu.
Mahallemizin insan olarak da ev ve yerleşim yerleri olarak yarıdan fazlası yok olmuştu. Gökdelenler çökmüş, camiler, okullar yerle bir hale dönmüştü… Yıkıntılar arasında olsa da büyüyen umut, karanlığı yenecek kadar güçlüydü.
Bir kez daha anladık:
Enkaz ve küller arasında bile insanlık filiz verip çiçek açabiliyordu.

Halil GÜLEL Düsseldorf / 18.10.2025

&&&&&&&&&&&&&

Bir yanıt yazın